Günler geçtikçe Aslı, köy evine daha da bağlandı. Elif Nine ile sık sık vakit geçiriyor, bitkiler, tılsımlar ve eski halk bilgileri üzerine sohbet ediyorlardı. Ancak bir şey hâlâ gizemini koruyordu: O gece ilk defa görünen o altın gözlü baykuş.
Tulum, her gece aynı saatte cam kenarına geçiyor, baykuşu bekliyor, göz göze geldiklerinde miyavlayarak pencereye patisiyle dokunuyordu. Baykuş ise her defasında başını eğiyor ama konuşur gibi bakıyordu.
Bir akşam Elif Nine, Aslı’ya içi taşlarla dolu bir torba verdi. “Bu taşlar, kehanet gecesinde yalnızca doğru niyetle toplanırsa parlar. Eğer o baykuş seni seçtiyse, bu gece gerçeği öğreneceksin,” dedi.
Gece yarısı, gökyüzü yıldızlarla doluydu. Aslı ve Tulum ormanın içindeki küçük tepeye yürüdü. Baykuş onları ağaçların arasında bekliyordu. Aslı taşları yere dizdi. Tulum sessizce yanına oturdu. Baykuş aniden kanatlarını açtı ve ortadaki taşlara doğru süzüldü.
Taşlar birdenbire parlamaya başladı. Baykuşun sesi rüzgarla karışık bir mırıltı gibi Aslı’nın kulağına ulaştı:
“Ben sadece bir kuş değilim. Bu orman ve ev, bir zamanlar senin büyük büyükanneninmiş. O, şifacı kadındı. Ruhum onun koruyucusu olarak kaldı. Şimdi sıra sende.”
Aslı gözleri dolu dolu baykuşa baktı. Tulum huzurla başını Aslı’nın bacağına yasladı. O an içinden geçen her şey, geçmişin bilgisiyle birleşti.
O gece, Aslı yalnızca bir sırrı değil, kendi özünü de keşfetmişti. Artık sadece barınaktan bir kedi sahiplenmiş genç bir kadın değil, köyün yeni koruyucusu, Tulum’la birlikte gizemli mirasın taşıyıcısıydı.
Ve baykuş…
O gece son kez kanat çırptı, göğe doğru süzüldü ve yıldızların arasına karıştı.